2 Nisan 2009 Perşembe

Deli Gücük ve Düşündürdükleri


Deli Gücük Osmanlı Taşrasından Korku Ve Dehşet Öyküleri basıldı, henüz İzmir’deki kitap evlerine ulaşmamış. Ancak bana ait nüshalar geçen gün elime geçti. Bunun ben de yarattığı heyecanı, kafamda oluşan fikirlerle birlikte sizlerle paylaşmak istiyorum.

Üslup dediğimiz şey nedir? Bilinçli tercihlerimizin sonucunda biçimlendirdiğimiz bir yöntem mi, yoksa kapasitemiz ve imkanlarımız doğrultusunda yöneldiğimiz bir yol mu? II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ciddi bir kağıt ve mürekkep sıkıntısı yaşandığını biliyoruz. Bu yüzden J.R.R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi adlı eseri aslında tek bir kitapken üç parçaya bölünerek yayınlanmıştı. Zira hiçbir yayın evi, satış garantisi olmayan bin küsur sayfayı aşkın bir eserin basımına olumlu yaklaşmamıştı. Birinci bölümün başarısı doğrultusunda romanın geri kalanının basılması planlanmıştı. Belçika’da yaşanan mürekkep sıkıntısı yüzünden Herge, en az mürekkep harcamasını sağlayacak ve mümkün olan en az renkle derinlik ve hacim efektini yaratacak “temiz çizgi” tekniğini geliştirmişti.

Bir çeşit sanatsal üretim ortaya koymaya karar vermiş herkesin üstün “yetenekli” olduğuna, uğraştıkları üretim dalında engin teknik ve teorik bilgiye vakıf olduklarına, uzun yılların deneyimlerine sahip olduklarına inanırsak, azmin, şansın ve farklı beğenilerin oynadığı rolleri hiçe saymamız gerekmez mi? İlk Hugo ve Nebula ödüllerini kazanan Frank Herbert, Dune’u kaleme almadan önce kaç tane roman devirmişti? J.K. Rovling, Harry Potter’dan önce ne yapıyordu? Marjane Satrapi, Presapolis’i çizmeye karar vermeden önce kaç tane “grafik roman” tamamlamıştı? Neil Gaiman, kendisini bir tren garında Allan Moore’un kaleme aldığı Swamp Thing fasikülüyle karşılaştıran mutlu tesadüfü yaşamadan önce, kaç tane roman, kaç tane hikaye, kaç tane çizgi roman kaleme almıştı?

Her yolculuk, tek bir adımla başlar. O adım, eşsiz ve görkemli ya da sinik ve mütevazi de olsa sadece ilk adım, tek bir adımdır. Yolculuk boyunca tökezlemeler de olur, düşmeler de, emeklemeler de, koşmalar da olur. Bu hayat dediğimiz maceranın doğasında vardır.
Ahmet’i Mehmet’den daha iyi bir çizer olarak kabul etmemizi sağlayan şey ne? Diyelim ki Ahmet, Mehmet’den daha yetenekli; yani biçimi, hacmi, perspektifi algılama ve bunu iki boyutlu yüzeyde çizgi, modle, valör gibi elemanlarla yeniden canlandırmaya ya da sıfırdan kurgulamaya genetik yatkınlığı var (Bu da ne demekse? Darvinist bir yaklaşım; tam da Doktor Mengele’nin ağzına yakışacak cinsten): Ya Ahmet’in çizim malzemesi, enstrumanlarıyla kurduğu bağı nereye koyacağız? Bir şeyleri doğru görmek ve doğru çizmek, iyi suluboya yapmak, iyi çinilemek, iyi sufumato yapmak ya da iyi chiaroscuro uygulamak anlamına gelmez. Bu da eğitim (sadece pasif değil, aktif), malzemeyele çok uzun zamandan beri haşır neşir olmak demektir ki bu süreç, başkalarının size gösterdiklerinin ötesinde sizin kendi kendinize keşfettiğiniz uygulama yöntemleri de demek. Ahmet, iyi desen çiziyor, iyi malzeme kullanıyor, ancak Ahmet’in kompozisyon bilgisi zayıf; izleyiciyi kağıdın üzerinde nereye baktıracağını veya imgeler ve semboller kullanarak nasıl mesaj iletebileceğini bilmiyor. Görsel metin oluşturmada problemi var. Uzun tartışmalar, seminerler, karıştırılan onlarca kitap, hazırlanan bir sürü araştırma raporu, çeviriler, tezler; Artık Ahmet, basit bir çizgi öykü çizmenin ya da karikatür karalamanın naif hazzından uzaklaşmış, içindeki üretken sanatçının yanına kaprisli ve kancık bir eleştirmen oturtmuş, bambaşka bir şeye dönüşmüştür. Mehmet bu arada sorgulamadan üretir, sadece ona mutluluk veren şeyi yapmaya çalışmaktadır, hepsi bu?

Bir gün Musa Peygamber dua eden bir çoban görür. Çoban şöyle yakarmaktadır; “Ey Tanrım, yüceler yücesi! Benim bütün davarlarım sana kurban olsun. Etlerinden sana lokum gibi kavurma yapayım. Benim bütün yünlerimden sana atlas atlas hırkalar dikeyim. Güzel vücudunu has zeytinimden damıttığım yağımla ovayım. Çadırım sana konut olsun, suyum sana içki olsun...vesaire...”

Musa Peygamber, çobanı omuzlarından zarsar ve bağırır; “Be hey gafil! Allah, senin benim gibi insan mı ki zeytin yağlı masaja, kavurmaya, lokmaya ihtiyacı olsun? Sen ne yaptığını sanıyorsun?”

Çoban, korku ve utançtan çılgına döner, saçını başını yolar, üzerindeki kıyafetleri parçalar ve koşarak uzaklaşır. Musa, çobanı izerken birden gök yüzünden müthiş bir gümbürtü duyulur: “Ey Musa, o çobana niye çattın? Onu niye üzdün? O bizim bir garip kulumuzdu, bizi aklı erdiğince, gücü yettiğince severdi? Biz de onu severdik. Sen onu aklınla ezdin, bilginle utandırdın ve doğruluk yolundan uzaklaştırdın! Bunu niye yaptın?”

İçimizdeki ve dışımızdaki eleştirmenler, görevlerini icra ederken, koşulları, durumları ya da insanları göz önünde bulundurarak hareket etmelidirler. Eleştiri işi yapıcı olmayacaksa zaten lüzumsuz bir eylemdir. Kimsenin dırdıra tahammülü yoktur. Beğeniler, akımlar, yaklaşımlar değişkendir, sonsuz olasılıklara ve sonuçlara gebedirler. Bir üretimin bütün içeriği, mesajı, tekniği dışında, özünde tek bir vazifesi vardır, o da ilham vermektir; verdiği ilhamla üretimi ve devinimi kışkırtmaktır. Bir nebze dahi olsa bu işi gerçekleştirebiliyorsa bu yeterlidir. Ayrıca Türkiye’nin bu alanda çok daha yoğun bir üretime muhtac olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple grafik kalite, çok da geri plana atılmamak kaydıyla, şu an için birincil önceliğimiz değildir. Birincil önceliğimiz, ne pahasına olursa olsun üretmektir.

Dört günden beri Deli Gücük; Osmanlı Taşrasından Korku Ve Dehşet Öyküleri adlı albümümüzü inceliyorum ve ne yalan söyleyeyim elimden bırakamıyorum. Hem “Hardcover” hem de “softcover” nüshasını ayrı ayrı seviyorum, parmaklarımı kabartmalı logonun üzerinde gezdiriyorum. Sayfaları karıştırıyorum, hikayeleri tekrar tekrar okuyorum. Kendi çocuğunuzu günahlarıyla, sevaplarıyla seversiniz ya; yok yazı sola kaymış, yok siyah beyazmış, yok şu çizim böyleymiş şurası şöyleymiş, umrumda değil. Bütün arkadaşlar, bütün çizerler ve yazarlar, gerçekten hayatlarını akıtmışlar, hepsini, bu antolojinin oluşmasında, dolaylı, dolaysız emeği geçen herkesi birer birer tebrik ediyorum. Sadece bir parçası olabilme şerefine eriştiğim için değil, aynı zamanda bir çizgi roman okuyucusu, bir toplayıcı, bir koleksiyoncu, bir fantastik ve korku edebiyatı takipçisi olarak kutluyorum. Keşke öyle bir dünyada yaşıyor olsaydık da sevdiğim herkese, karşıma çıkan herkese bir nüshasını çıkarıp hediye edebilseydim. Neşem bu kadar derin ve engin. Bu albümün Türk çizgi romanı, fantastik yazını ve de bulvar edebiyatı macerasında bir zirve değil belki, ama atılan önemli bir adım olduğuna dair inancım tam. Bu albümün içinde sergilenen çalışmalara imza atan değerli genç sanatçıların gelecekte, çok daha büyük, çok daha yüce eserler ortaya koyacaklarını da iyi biliyorum. Eleştirenlerin ve gıpta edenlerin bir an önce kağıda kaleme sarılmalarını, alternatiflerini, daha iyilerini üretmelerini diliyorum. Üretsinler ki satın alalım, okuyalım, gaza gelelim, biz de yapalım. Ve böylece bir hareket başlasın, grafik mizah, çizgi roman, fantastik ve bilim kurgu yazını canlansın, sesimizi ve öykülerimizi Dünya’ya duyursun.


M. Korkut Öztekin
link

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...