4 Haziran 2010 Cuma

Murat Başekim: "Benim Yazdığım Deli Gücük Biraz Daha Haşin ve Öcü"

Sizi çizgi roman senaryolarınızdan tanır olduk. Nasıl başladınız bu işe? Asıl olarak ne iş yapıyorsunuz mesela…
İlk okuduğum kitap Balonda Beş Hafta idi. Bir çocuğun aklına macera susuzluğu ve okuma açlığı perçinleyecek başka bir kitap yoktur bence. O zamanlar durmadan atlasları karıştırmama sebep olmuştu. Sonrasında Zagor ile tanıştım. İlk vampirim Baron Rakosi’dir. O öykünün fırtınalı ve gölgeli atmosferini unutmama imkan yok. Ama okuduğum ilk çizgi roman muhtemelen Tercüman Çocuk’taki Tengiz idi. Sonrasında, on üç-on dört yaşlarımda, B yayınlarının çıkardığı Örümcek Adam serisini okurken bu işi denemek istediğimi fark ettim. Öyküleri bu kez daha farklı incelemeye başladım. Standart bir Örümcek Adam sayısında kaç sayfanın maceraya, kaç sayfanın pembe dizi unsurlarına tahsis edildiğini not almaya çalıştım. Her zaman sevdiğim ‘Devamı Gelecek Sayıda’ ların ekonomik kullanımını ve hikmetini anladım. Bu arada özellikle Marvel evreninin iyi bir takipçisi olmuştum. Peter David’in Hulk’ını, John Byrne’ün Fantastik Dörtlü’sünü, Chris Claremont’un X-men’deki en sıkı zamanlarını takip etme şansına eriştim. On altı yaşımdayken, tüm cesaretimi toplayıp Marvel’a bir Thor senaryosu yolladım. Thor’u bir Kızılderili ilahı ile kapıştırdığım bu hikayem, tabii ki kimsenin dikkatini çekmedi. Üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum. Ortaçağ Avrupa edebiyatı ve İngiliz-Alman Romantiklerine orada bağlandım. 1999 itibariyle kısa öyküler yazmaya başladım. O dönemde Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Edebiyat Topluluğunun dergisi ‘Esin Sanat’, bu öykülerden dört tanesini peş peşe sayılarında yayımladı. Sonrasında ben de aklıma esen şeyleri kağıda dökmeye devam ettim. Şu anda bir üniversitede okutman olarak çalışıyorum.

Deli Gücük yazmaya nasıl başladınız?
Kendisine iki-üç bakımdan şükran borçlu olduğum arkadaşım Kadir Yiğit Us, beni Kamra ekibi ile tanıştırdı. Onlar için görücüye çıkarmak üzere bir Cinhan senaryosu yazdım (“Altı Başlı Papa”). Beğendiklerini söylediler ve böylece Tam Macera dergisinin sonraki üç sayısı boyunca Cinhan öyküleri bana emanet edilmiş oldu. Hayatımın en mutlu dönemlerinden biridir. Üstelik Mahmud Asrar ve Yıldıray Çınar gibi birinci sınıf profesyonel çizerlerle çalışma imkanı buldum. O dönem kendi kendime sık sık şöyle diyordum: “Bu kesin bir rüya ve ben birazdan Karayolları Genel Müdürlüğündeki o eski memuriyet masamda, florasan lambasının altında uyanacağım.” Tam Macera’nın (umarım ki geçici) paydosundan sonra, bir diğer müteşekkir olduğum arkadaşım Can Yalçınkaya sayesinde Levent (Cantek) Hocam ve Aziz (Tuna C.) Abi ile tanıştık. İkisini de çok seviyorum ama yapım gereği çabuk kaynaşamayan ve biraz da çekingen bir insan olduğum için ancak burada ‘abi’ diyebiliyorum kendilerine. Bana bir Deli Gücük antolojisi çıkaracaklarını söylediler. En çok yumruk dövüşünü, her ne kadar Cinhan yapmışsa da, Tam Macera’nın tartışmasız yıldızı Deli Gücük idi tabii ki. Onlara, elimden geldiğince katkıda bulunmaktan onur duyacağımı söyledim. Böylece Deli Gücük macerası başlamış oldu. Ve ben de Karayolları Genel Müdürlüğünde uyanmadım henüz.

Albümde farklı yazarlar olduğu için sorabilirim: Sizin Deli Gücük hikâyelerinizin farkı ne veya kendi adınıza Deli Gücük nasıl bir kahraman?
İlk öyküm için masaya oturduğumda, Aziz Tuna gibi iyi bir eşkıya öyküsü yazamayacağımı biliyordum. Bu yüzden Deli Gücük’e başka bir açıdan yaklaşmaya karar verdim ve onu daha yabancı, tuhaf bir kuvvet, bir nevi doğal veya doğaüstü felaket olarak betimlemek istedim. Bir başka hedefim de, Deli Gücük’ün “kötülere” olabilecek en şiddetli biçimde darbe indirmesi idi. O yüzden, yani ceza suça uygun olsun diye, kötü adamlarımı insanlığın en yüzkarası numunelerinden seçtim. Olay örgüsü ya da karakterden çok, atmosfere önem veriyorum. Sanırım benim yazdığım Deli Gücük biraz daha haşin ve öcü. Rumeli/Anadolu/Mezopotamya folklorundaki çeşitli “iyi saatte olsunlar” mahluklarına daha yakın bir “güç”. Ama buna karşılık, Aziz Abi ya da Özgür’ün versiyonlarına göre de daha sınırlı ve tutuk bir tasvir benimkisi. Yazdığım tüm Deli Gücük öykülerinde Deli Gücük’ün söylediği cümlelerin toplamı yarım düzineyi geçmez. Kargaları, ondan daha çok konuşmuştur muhtemelen.

Nasıl kahraman ve hikâyeler seviyorsunuz? Bunu sadece çizgi roman olarak sormuyorum…
Fanları kızdırmak istemem ama Fumettilerin, i-pod çağında gramofon gibi kaldıklarını düşünüyorum. Warren Ellis ya da Grant Morrison gibi adamlar üç panelde macerayı dinamit gibi başlatırken, bir Mister No macerasının 32 sayfa süren bir diyaloga yayılmış bir serim ile aheste aheste başlamasını ziyan olarak görüyorum. Şu çağda ve her daim, başyapıt olarak süren tek Fumetti, bence Martin Mystere’dir. Çoğu kişiye, dövüşen taytlı adamlar olarak görülen Amerikan ana-akım çizgi romanlarının aslında içlerinde düzinelerce iyi fikir kapsülleri / tohumları taşıdığına inanıyorum. Nostaljik bir özlemle Fantastik Dörtlü’yü seviyorum. Etrafındaki tüm karakterlerin, onu övmek zorunda olduğu Wolverine’den nefret ediyorum. DC Vertigo kendi kendisinin ucuz bir taklidi haline gelmeden önce beğeniyordum. Watchmen, Sandman ve Preacher’ın etkisinden kurtulabilecek kimse olabileceğine inanmıyorum. Hellblazer sevdiğim doğrudur, ama Hellboy’dan pek hoşlanmıyorum. Çizgi roman dışında ise 19. asır hayalet öykülerine, Stephen King’in 2000ler öncesi külliyatına düşkünüm. Yüksek edebiyattan Joseph Conrad, Umberto Eco, Orhan Pamuk, Ahmet Karcılılar, Yaşar Kemal, Metin Kaçan, Ted Hughes, Rıfat Ilgaz seviyorum. Poe’yu, Lovecraft’tan biraz daha fazla tutuyorum. Thomas Pynchon’ı anlamaya çalışıyorum. Son birkaç yıldır ise askeri tarihe ve tarihi romanlara sardırdım. Yazarlığını çok beter bulsam da, o son yüz sayfasındaki savaş tasvirleri yüzü suyu hürmetine Bernard Cornwell’in Ortaçağ, Sakson ve Napolyon dönemi romanlarını okuyorum. Keşif ve deniz öyküleri de beni çok dinlendiren türler.Patrick O’Brian’ın Master & Commander ve C.S. Forester’ın Hornblower öykülerine aşığım. Yelken Çağı’nda geçen iyi bir gemi savaşı gibisi yoktur. Şu aralar ise, meşhur Norveç klasiği Kon-Tiki/ Pasifik’te Yüz Gün adlı kitabı bayılarak okuyorum.

Bugünkü çizgi roman ortamını ve üretimleri nasıl buluyorsunuz?
İyimserim. Macera ve doğaüstü’nün, az bulunan kıymetli bir ürün olarak varolduğu 70’ler ve 80’lerdeki o tazelik ve sihri, vampir ve kahraman enflasyonu ile yüklü bu çağda bulamayacağımızı bilsem de, en seyrek veya başarısız çizgi roman bile bir yerlerde bir çocuğun içine işliyordur mutlaka. Yeter ki şu “lanet” video oyunları, o basit konuları ve ucuz vurdu-kırdılar ile kitleyi çizgi romandan uzaklaştırmasın. Ve bir de sevgili mizah-dergilerimiz, çizgi romanı tekellerine alıp, avantür çizgi-romanları yok saymasın. Bütün çizgi romanlar Cihangir’de geçen uçkur öyküleri olmak zorunda değil. İnsanların sense of wonder’larını banalleştirmeye, köreltmeye hakları yok. Tarkan ya da Kızılmaske üzerinden mizah yapmayı kolaycılık olarak görüyorum. Ömrü boyunca, Limon/Leman’daki Uzay Yolu esprilerine gülmüş bir tanıdığımın, ilk kez gerçek Uzay Yolu izleyince nasıl büyülendiğini gördüğüm için bunları söylüyorum. Üretim olarak kuraklık döneminin bittiğini ve bir tür Türk çizgi roman rönesansı yaşandığını düşünüyorum. Bence üretim de, tüketim de ivme kazandı. Bunu da elini taşın altına sokan bir grup gözü kara insana borçluyuz.

Deli Gücük devam edecek mi?
Tabii, zaten baştan bir üçleme olarak planlanmıştı (!) Şaka bir yana, bence sürmeli. İkinci ciltte Deli Gücük’ün şahsi tarihçesini ve daha da önemlisi onun sancılarını, ıstıraplarını biraz daha yakından görüyoruz. Kim olduğuna dair bulmaca biraz daha tamamlanıyor. Bence üçüncü bir ciltte tüm soruların cevabını aramaya gidebiliriz.

Serüven sitesinden alınmışitır

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...