2010 yılından baktığımızda Bradbury’nin kehanetlerinin çok da ıskalamadığını söyleyebiliriz ne yazık ki. Bir şeyler unutuluyor; bir şeyler zamanın heyelanına kapılıp altımızdan kayıyor.
Şimdi çocuklara kim anlatacak TRT’de yayınlanacak ‘o filmi’ günlerce beklemeyi, veya bir Haziran Cumartesi sabahı alınan çizgi romanın sayfalarında kaybolup gitmeyi? ‘Sock’ ile ‘Smack’ gibi ses efektleri arasındaki ince farkı? Veya öykünün en nefis yerinde beliriveren ‘Devamı Gelecek Sayıda’dan alınan o mazoşist hazzı?
21. yüzyıla, o eski sağlıklı haliyle sağ çıkması şüpheli şeylerden biri de çizgi roman gerçekten de. Bu aralar her yerde beliren ‘Edebiyat Uyarlamaları’na bakacak olursak manzara başka tabii. O zaman ortalık çizgi romandan geçilmiyor bile denebilir.
Bit pazarına nur yağa dursun, bir grup yaratıcı kendi pazarlarında kendi meyvelerini satmak üzere Deli Gücük isminde bir karakter yaratmış ve 2009 baharında bu ürünü özenli bir kitap ile tomurcuklandırmışlardı. Yabancı kökenli kuzenlerine kıyasla çok daha üstün illüstrasyonlara sahip olmanın yanı sıra Deli Gücük: Osmanlı Taşrasından Korku ve Dehşet Hikâyeleri adlı bu çizgi roman / kısa öykü antolojisi okuyucunun dikkatini, konu olarak seçtiği malzeme ve otantik diyalogları ile de çekti.
Uzun zamandan beri ilk kez bir macera kahramanı ‘Lanet olsun!’, ‘Kahretsin!’ gibi nidalar sarf etmiyor; bir Orta doğu ülkesinin çöllerinde pahalı savaş makinelerinin ve fiyakalı teçhizatların, hasımlara gözdağı dolu, fetiş boy gösterisine alet olmuyordu. Holivud ve Batı macera geleneği eşkıyaların eline düşmüştü.
Deli Gücük’ün öyküleri de bir Orta doğu ülkesinin ‘çölü’nde geçiyordu aslında.
Ama bu kez egzotik bir dekor değildi; fiyakalı kahramanın yumruğuna ilginç bir arka plan sağlamak üzere bulunmuyordu bu ülke. Doğru diyalog, konu malzemesi ve desen birleşince okuyucu Osmanlı Taşrası denilen o uzak ve ürkütücü iklimin tüm kokularını soluyuverdi; dağların reyhanlı rüzgârını, kasabaların nargileli ıhlamurunu, barutun kekremsi güherçilesini, dolgun yosmaların korselerinden tüten taze lavantayı, bir kaya dibinde oluk oluk kanayan eşkıya etinin tütünlü terini; köylerin, ışıksız ahırların talaşlı tozunu burnunun direğinde duydu okuyucu. Osmanlı Taşrası, toprağını ve çakılını kitabın sayfalarından okuyucunun pabucunun içine boca etti neredeyse.
Ve okuyucu, iyi bir çizgi romanın yüksek bir Amerikan gökdeleninin tepesinden yumruklaşmaktan ibaret olmadığını da gördü galiba. . .
Aradan bir yıl geçti, şimdi başka bir baharda Deli Gücük yine meyve verdi. Bu kez albümün adı Deli Gücük: Alacakaranlık Zamanlar. Mekân yine Osmanlı taşrası, aktörler ise yine zalimler, uğursuzlar, mahluklar ve mazlumlar. Ve Rumeli’den İran sınırına kadar herkesin fısıltısının bir köşesinde gizlenen Deli Gücük. Bir masal kırk ilde nasıl kırk biçime bürünürse, Deli Gücük de o kadar değişken. Bir çizgi roman kahramanı olarak oldukça aykırı. Belirli bir ‘orijin’i veya sıkıştığı zaman başvurduğu, tanımlı bir ‘güç seti’ yok. Çapulcularla çatışırken tüfek de kullanabilir, bir âdemoğluna ait olamayacak kadar hızlı çiğneyip öğüten bir çene de. . .
Bir başka erdemi ise, yaratıcıların kendilerini taklit edip, kolaya kaçarak, basitçe ‘Deli Gücük II’ yapmaktan kaçınıp, bu kez daha ilerlemeci bir yol seçmeleri. Deli Gücük’ün öykülerinin kimyasındaki hassas formül duruyor hala elbette. İsteyen buna ‘Metafiction Anadolu Westerni’, ‘Post-modern Eşkıya Edebiyatı’, isteyen ‘Osmanlı Gotiği’ diyebilir. Ama belli ki yaratıcılar, Deli Gücük’ün mevcut kırk tanımı ile yetinmek istememiş ve Yedi Kargalı Tekinsiz Kahramanlarını yeni öykülere, önceden görmediğimiz karakterlerin yanına taşımış. Gücük’ün kırk birinci öyküsünü anlatıp, kırk birinci suretini göstermek istemiş.
Öncelikle, epik diyebileceğimiz bir uzunlukta, çizgi roman ile kısa hikâyenin iç içe geçtiği, üç perdelik bir dev macera ile başlıyor bu yeni cilt. Deli Gücük birbirinden tuhaf düşmanlarla, garabetler ve masal haramileri ile savaşırken bir yandan da kendini, zorbalara karşı savunduğu insanların bürünüverdiği başka zorbalıkların ortasında buluyor. Kolay cevaplar yok Deli Gücük için bu kez. Masalsı hayatının ve ‘Anadolu’ya adalet dağıtan hortlak kahraman’ zanaatının bu evresinde kendini daha çok sorguluyor. Deli Gücük, ete kemiğe bürünmüş anti-tezi ile yüzleşiyor hatta.
Bu ‘Linç Trilojisi’nin ardından kısa öyküler boy göstermeye başlıyor yeni antolojide. Yeni yazarlar ve çizerler yeni Gücükler yaratıyor yine. Öykü anlatma sanatının üç köşesini de, keyiflerince ziyaret ediyor yaratıcılar; macera, atmosfer ve karakter öykü türlerinin üçüne de uğruyor Deli Gücük’ün kargaları ve yazarları
Deri yüzen katiller, keskin nişancılar, Helenistik ormanlarda Yunan askerleri, ecinnilerin büyük anası, loğusaların musallatı, cüzamlılar, Nasrettin Hoca, Don Kişot, konuşan köpekler ve daha başka karakterler Deli Gücük’ün eskimiş çarıkları ile yürüdüğü Osmanlı taşrasında, hasım ya da müttefik olarak karşısına çıkıyor. Dostların dermanları Gücük’ün işine yarayacak mı, orası meçhul. Zira bu kez cendere daha bir amansız, kahramanımız için.
Salt tüketici olmanın zahmetsiz yolu yerine malum nice güçlüğü göze alarak, bir değil ikinci kez kendi özgün öykülerini anlatma ‘deliliği’ni gösteren Deli Gücük yaratıcılarının bu yaptığı, küçümsenmemesi ve desteklenmesi gereken bir cesaret eylemi.
Öyle ki, aşırı iyimser bir genelleme ile, ‘Yeni Türk Sineması’nın öne çıktığı şu günlerde belki de ‘Yeni Türk Çizgi romanı’nın doğuşunu müjdeleyen bir manifesto olacak Deli Gücük ve onun Osmanlı Taşrasından Korku ve Dehşet Hikayeleri.
Umarız Ray Bradbury’i mahcup ederler.
Futuristika'dan alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder