Deli Gücük, yazar Levent Cantek’in yoğun uğraşları sonucu Osmanlı Taşrasında Korku ve Dehşet Hikâyeleri adıyla 2009 yılında bir kitap olarak başladı. Bu çalışmayla, Türkiye’de ilk defa bir kahramanın maceraları, farklı yazar ve çizerlerin yorumuyla, ortak bir albümde toplanmış oldu. Böylece birbirinden çok farklı anlayışlarla çizgi romana tutkun insanlar, birikimlerini Deli Gücük’e aktardılar. Fumetti’den, Amerikan ekolüne; Sandman’dan; Borges’ye ve Kemal Tahir’e, edebiyat ile çizgi romanın en farklı ve etkili boyutları bir araya geldi. Tıpkı Osmanlı Taşrası gibi kurak, zorlu, hırslı yayıncılık dünyasında, bu muğlak, tekinsiz ruh, Deli Gücük miti doğdu. İkinci albüm Deli Gücük, Alacakaranlık Zamanlar hemen bir yıl sonra, 2010 yılında çıktı. Listeye 2012 yılında çıkan Murat Başekim'in DG (İletişim Yayınları) isimli hikâye kitabını dahil etmek gerekiyor. Deli Gücük, Zifirname ise bu zincirin son halkası. Otuza yakın insanın katkısıyla hazırlanan bu siyahî seyyahın serüvenleri Türkiye’de eksikliği duyulan bir boşluğu dolduruyor aslında. Masal geleneği, kahramanlık mitleri, modern anlatı biçimleri fantastik ve korku türünün ince örneklerine dönüşüyor çünkü. Grafik roman, anlamı oluşturmak için hem görselliğe hem de yazıya başvurulan bir ifade biçimi. Ne büyük harfle “edebiyat”, ne de büyük harfle “sanat”. Grafik roman, her ikisidir ve aynı zamanda bambaşkadır. Deli Gücük Zifirname albümü için başarılı bir grafik roman çalışması denebilir. Dikkat çeken bir diğer unsur, hikâyelerin, fantastik ya da korkuyu belki de bir tür olarak ayırmamamız gerektiğini hatırlatması.
Zifirname’deki korku ya
da fantastik aslında, yaşamın üzerinde en az durulan yönleriyle ilgilenen
edebiyat anlamına gelebiliyor. Bir taraftan ürkütürken, diğer taraftan yaşamın
temel meseleleri üzerinde düşündürüyor. Ve elbette Deli Gücük pek çok fantastik
mahlukat ile kapışmayı da ihmal etmiyor. Eninde sonunda bu bir hikâye…Deli
Gücük’ün ortak bir üretim olması, muğlak kahramanın her hikâyede farklı bir
yüzünü göstermesi gibi kendine has nitelikleri var. Bu da onu özgün bir konuma
yerleştiriyor. Üçüncü albüm Zifirname
ile bu konum hem “kahramanımız” Deli Gücük, hem de üreticiler açısından iyice perçinlenmiş
görünüyor. Bunca hikâyeyle anlatılan Deli Gücük kim peki? Bir
iblisin rüyası mı, vicdan denen karmaşa mı, sinsice içimizi oyan karga sesleri
mi, sessizce ölümümüzü bekleyen akbabalar mı, bir eşkıya ruhu mu yoksa anlı
şanlı bir eşkıyanın ta kendisi mi? Bir hikâye evreni kurulmuş durumda ve asıl
başarı bu galiba…. Osmanlı taşrası dediğimiz, adım atsanız ölülere, cinlere,
ruhlara, gulyabanilere rastladığınız bir kronotop.
Öykülerdeki mahlukların ruhları acılı, beşeriyetleri hırslı. Kimi zaman Deli
Gücük onlarla çarpışırken, bazen de onlardan biri oluyor. Deli Gücüğün yolu
bazen “tarih” olmuşlarla kesişiyor, bazen de “mit” olmuşlarla.
Albümdeki hikâyelerden devam edelim: Aziz Tuna'nın yazdıkları daha yavaş hikâyeler,
edebiyata yakın bir dili var. Deli Gücük'ün vicdanıyla hesaplaşmasını daha önceki
albümlerde görmüştük aslında. O temayı sürdürmüş Tuna. “Benim Temiz Vicdanım”,
“İki Aç Gözlü Adam” ve “Köle” isimli üç hikâyesi albümün “vicdan üçlemesi”
olarak tanımlanabilir. Borgesvari bir rüya-kabus dengesi de aramış. Hayal ile
gerçeğin, uyku ile uyanıklığın karıştığı hikâyeler de var. Koray Kuranel'in
çizdiği "Sıcak ve Güzel Evim", Taner Duran'ın çizdiği "Benim
Temiz Vicdanım" bu türden hikâyeler.
Albümün bütününe bakıldığında Zifirname yerine Kabus adı seçilebilirmiş
çünkü pek çok hikâyede bu uyku hali, yaratılan mite esir olarak korkma, gerçek
ile sanrının karışması hakim bir tema olmuş. Can T. Yalçınkaya'nın yazdığı
“Uyuyorlar Alim, Uyandırma” iki çizerli hikâye de buradan besleniyor örneğin.
Murat Başekim, Aziz Tuna'ya göre daha doğrudan korkuya yönelebiliyor. Türe
hakim olduğunu gösteren maharetli bir dil kullanıyor. Korku edebiyatının
trüklerini, popüler edebiyatın klişelerini ya da çok bilinen bir tarihi
anlatıyı temel alabiliyor. Epik bir dile sahip. DG isimli hikâye kitabının
hakkıyla değerlendirilmediğine inanıyorum. Popüler edebiyatçılardan çok daha
farklı bir anlatım gücüne sahip çünkü. Hikâyesi itibarıyla ilgi çekici olan
Jack, Hakan Tacal'a ait. Dil ve üslup itibarıyla severek yazıldığını
hissettiriyor. Karındeşen Jack mitini Deli Gücük evrenine katan oyunbaz bir
katkı.
Çizerlere gelince, onların işi daha zor belki de. Çoğu
esasen başka işler yapan, fırsat buldukça çizgi roman üreten isimler oldukları
anlaşılıyor. Türkiye'de çizgi roman çizerek geçinebilmek neredeyse imkansız
olduğu için şartları zorlayarak ürettiklerini hatırlamak gerekiyor. Albümün bir
antoloji, kısa hikâyelerden oluşan bir derleme olmasının nedeni de burada
gizli. Başka türlü çizilebilirmiş hissine kapıldığınız oluyor ama profesyonel,
ne yaptığını bilen, arayan ve iştah gösteren çok sayfa okuyor, seyrediyorsunuz.
Albümün sürprizi uzun senelerdir çizgilerini görmediğimiz Soner Tuna olmuş.
Uzun bir Eşkıya hikâyesi çizmiş. 19.yüzyıl gravürlerini hatırlatan bir çini
kullanmış. Murat Başol'un daha çok çizmesini, Koray Kuranel ve Korkut
Öztekin'in daha iddialı işlere girmesini istiyorsunuz. Albüm bittiğinde kısa,
sürpriz sonlu hikâyeler yerine daha uzun soluklu, karakterlerin derinleştiği
çok sayfalı albümler beklemeli miyiz diye sorası geliyor insanın. Koşulları
tahmin etmekle birlikte ben bekliyorum şahsen. Umarım olur.
Sezen Murat, 19.4.2013, Radikal Kitap